“Çerkeş’ten çıkınca hayvanlarını durdurdu. Yere atladı” Kemal Tahir ‘in “Göl İnsanları” isimli kitabındaki “Arabacı” isimli hikaye böyle başlıyor. “Kalasları oynayan bir köprüyü, tahta gürültüleriyle geçip şosenin dönemecini..
“Çerkeş’ten çıkınca hayvanlarını durdurdu. Yere atladı”
Kemal Tahir ‘in “Göl İnsanları” isimli kitabındaki “Arabacı” isimli hikaye böyle başlıyor.
“Kalasları oynayan bir köprüyü, tahta gürültüleriyle geçip şosenin dönemecini kıvrılınca, epey ilerde yaya yürüyen iki kadın gördü. Entarilerinin arka eteklerini başörtülerinin uçlarını savurarak hızlı hızlı gidiyorlardı. İyiden iyiye bastıran karanlığa rağmen birisinin sırtındaki heybe fark ediliyordu”
Usta bir ressamın elinden ne güzel bir tablo olurdu bu sahne: bir tahta köprü, toprak yolda yürüyen yaşlıca iki kadın ve uzaklarında çift atlı bir araba. Tahta köprünün gıcırdamasını duyuyor, kadınların yürüyüşünü görüyor gibiyiz.
“(…) Araba yaklaşınca kadınlar dönüp baktılar.
Dizginleri çekti:
– Teyzeler Suhizarı’na buradan mı gidilir ?
Omuzunda heybe olan kadın, erkek gibi kalın sesiyle güldü:
– Bedava deyivermek olmaz oğul. Bizi arabana bindirirsen sana yolu gösteririz, dua ederiz.”
Arabacı kadınları arabaya alır, onlar bazı şüpheler içerisinde birbirlerini tanımaya çalışırken biz de öykünün kahramanlarını tanımaya başlarız. Kalın sesli kadın ile kekeme kadın kardeştir. Arabacı ise yirmili yaşlarının başlarında kurnaz ve biraz da üçkağıtçı bir tiptir. Kadınlara kendi hakkında doğruları söylemez. Nişanlı olduğunu kısa süre sonra evleneceğini gizler. Şabanözü’nden olduğu halde Yozgatlıyım der. Kimsesinin olmadığını söyler kendisini acındırır. (Burada aradan geçen yaklaşık yetmiş yıl içerisinde yaşın insanın olgunlaşma evreleri üzerindeki etkisinin ne kadar değiştiği dikkat çekici. Yirmi iki-yirmi üç yaş o zamanlar tam çalışılacak sorumluluk alınacak ve evlenilecek bir çağ olarak görülürken bugün gençliğin başları olarak niteleniyor.)
“(…) Suhizarı’na kaçak tahta yüklemeye gidiyordu. Çerkeş’e üç , üç buçuk saat olduğunu söylemişlerdi. Bunun doğru çıkmasına sevindi.
Bu sefer kalın sesli kadın sordu.:
– Suhizarlı’ mısın sen arabacı ?
– Hayır teyze !
– Kiraya mı gidiyorsun ?
– Kiraya gidiyorum.
– Taşpınar’dan sonra Köklüler’den sapacaksın. Sapacağın yeri gösteririz.
Kemal Tahir Çankırı ceza evinde mahkum olduğu dönemde bu bölgenin insanını ve onların hayat şartlarını tanımak fırsatını buldu. Dolayısı ile mekan ve köy isimlerinin birebir doğru olmasını beklememek lazım. O zamanlar tahta kesmekte kullanılan hızarların su gücüyle çalışması sebebiyle her yörede bir su hizarının bulunduğunu tahmin etmek de güç değil. Öte yandan “Sağırdere” ve “Körduman” isimli romanlarında gerçek insanlardan ve olaylardan hareketle bu romanlar yazıldığı için gerçekte var olan “Yamören” ve “Sımıcak” köyleri açıkça zikredilmiştir.
“(…) Kadınlar aralarında trene dair konuşuyorlardı. Kalın sesli kadın :
– Arka arkaya odalar bağlamışlar, dedi amanın ev gibi imiş. Kocaman… Bizim köyün adamını hep doldursan, Bulgurlu’nun, Değirmenarkası’nın ahalisine de yer kalır, diyorlar. Bir bağırırmış gelirken… Kömüş sürüsü gibi.
Öteki kekeledi:
– Ne olacak, gavur işi… Öyle bağırır elbette…
– Bağırsın bakalım.”
Genelde batı medeniyetinin icatlarına özelde trene karşı bu korkuyla karışık meraklı ve temkinli yaklaşım günümüzde özellikle gençlerde yavaş yavaş ortadan kalksa da yaşı kemale ermiş insanlarımızda teknolojik aletlere karşı hala hissedilir.
” İkisi birden bir tuhaf sevinçle sordular:
– Hakikat, bilir misin rençberliği ?
Arabacı yan dönüp arkasına baktı.
-“Bilir misin” ne demek sürmeliyim de görmeli.
Kalın sesli kadın ötekinin kekelemesine meydan bırakmadı :
– Rençberlik tevatür güç iş. Adamı ezer. Böyle arabada oturup dolaşmaya benzemez.”
Bu uzun yolculukta arabacının iyi bir insan olduğunu düşünen kadınlar farklı bir düşünce içine girerler. Kadınlardan birinin çocuksuz dul bir kızı vardır ve üçü bir evde beraberce yaşamaktadırlar. Evleri bakımsız, tarlaları verimsiz kalmıştır. Sahip çıkanları yoktur. Arabacıyı evlerine davet ederler. Kızlarından bahsederler. Birbirinizi bir görün derler. Tek şartları vardır eğer evlenirse köyde kalacak ve onlarla beraber yaşayacaktır. Arabacı bu teklifi biraz eğlence biraz da çapkınlığa niyetlenerek kabul eder.
“Şosenin solunda, boş toprakların ilerisinde hafif bir ışık görününce arabacı telaşlandı :
– Teyze Suhizarı’nın ışıkları mı bunlar ?
– Yok buraya Ilıca derler. Üç haneli bir köydür. Fakir bir köy.
Arabacının içine bir keder çöktü. Fısıl fısıl konuşan kadınlara kulak verdi. Bunlar da fıkara kısmıydı. Hali vakti yerinde olan , yol boyunda damat arar mı ?”
İçinizden bazılarının “işte bizim Ilıca” dediğini duyar gibiyim. Ama bu Ilıca’nın gerçekten Kadıköy’ün Ilıcası mı yoksa diğer köy isimleri gibi kurgu ürünü mü olduğunu bilmek pek kolay değil.
“Arabacı bizim Türk’ümüzün “Bir cıgara içimi” “Şu tepenin arkasında, bağırsan duyulur”ölçülerinin , bazan bir saat bazan iki saat , bazan da iki saatten ziyade sürdüğünü biliyordu.”
Kimi yerlerde arabadan inmek zorunda kalarak zorlu bir yolda ilerlerler. Arabacı içinden kendi kendine ve kadınlara kızmaktadır. Az kalsın niyetini bir kere daha bozacaktır. Neyse kadınların köyü olan “Arslanlar”a “bir cıgara içimi” sürede varırlar.
“Kekeme karının hanesi, köyün başında, büyücek bir avlunun içinde idi. Çerkeş taraflarındaki bütün köy evleri gibi alt katı taştan üst katı tahtadan yapılmıştı.(…) Kekeme karı, Kastamonu işi karakalem sofra örtüsünü sedirin üstüne serince , eve girdi gireli tekrar etmekten usanmaya başladığı bir sesle;
– Zahmet oluyor teyze! dedi.
Kadın, cevap bile vermedi. Tekrar evlenmeyen ve erkek evladı olmayan bütün dul kadınlar gibi, evine girer girmez değişmiş, yoldaki sıkılganlığını bırakmıştı.”
Şimdi bir dakika durup düşünelim. Hiç böyle tekrar evlenmeyen ve erkek evladı olmayan bir kadın tanıdık mı? Şahsen ben tanıdım. Böylesi kadınlar mecburen biraz ustadır biraz da alışveriş ve hesap uzmanı. Dışarıda tedbirli ve çekingen, evde hamarattırlar.
Arabacı o gece misafir olur kararsız bir haldedir. Kendisine gösterilen eş adayına ve kadınlara yakınlık duymuş biraz da acımış, kendisine gösterilen ilgi, iltifat ve ikram hoşuna gitmiştir. Öte yandan ömür boyu bu köyde yaşayacağı düşüncesi canını sıkmaktadır.
“Saatinin gümüş kösteğiyle oynayarak ne yapacağını düşündü. Pencereden dışarısını seyrettikçe içine bir gariplik çöküyordu. Harman yeni kalkmış köyü sapsarı bir boşluk kaplamıştı. Camın ötesinde her şey hiç kımıldamadan, rengi uçmuş bir gazete resmi gibi insanın canını sıkacak derecede bulanık ve kederli duruyordu. Asla gözüne alamadığı halde, bütün ömrünü buralarda geçirmeye artık mecburmuş gibi ürktü. Kışın soba karşısında oturmak, oduna gitmek, köy odasında boşboğazlık etmek, yaz üstünden başlayıp bu zamana kadar, durmadan dinlenmeden, ölesiye uğraşmak, mahpusluktan da, hasta yatmaktan da zor bir şeydi.”
Kurşunlu’daki bekar evindeki eşyalarımı alıp geleyim diyerek evden ayrılır. Çelişkili duygular içindedir. Ana şoseye çıkınca (Şimdi ki D100 kara yolu olsa gerek) “eşeklik etmenin alemi yok” diyerek köyü ve kadınları unutmaya karar verir. Kafesinden kurtulmuş kuş gibidir artık.
İhsan Ziya
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)